Mutluluk Dedikleri Biraz Güvenlik Biraz Can Sıkıntısı

Zülfü Livaneli bir eserinde “Herhalde mutluluk dedikleri de bu olsa gerek: Biraz güvenlik, biraz can sıkıntısı.” diye yazar.

Bu ifadeyi “Bir kedi, bir adam, bir ölüm” adlı kitabında kullanan Livaneli’nin öykü kahramanı Sami Baran 1980’lerde polisten kaçarak Stockholm’e sığınmacı olarak yerleşen biridir.

Orada hayat güvenlidir ama aynı zamanda riskler olmadığı için de çok sıkıcıdır.

Sami Baran’a tüm kalbimle katılıyorum.

Güven olmadan mutluluk pek olmuyor. Özellikle böyle toplumsal krizlerde insan güvenecek daha fazla yer arıyor.

Yaşı kaç olursa olsun geriye dönüp babasını arıyor düşerse tutsun diye ya da annesine bakıyor hastalanırsam bana bakar mı diye.

Benim gibi babasını kaybedenler ise artık kendilerinin baba olduğunu anlıyorlar. Ya da annesi olmayanlar daha güçlü durmaya çalışıyorlar.

Bundan 40 yıl önce sadece 3 yaşındayken sobanın üzerinde kaynayan tencereye uzanmak için ayağa kalkmış, tencerenin kenarına tutunmuş ve üzerime kaynar bir çorbanın dökülmesini sağlamışım. Ardından çıkan bağırtının haddi hesabı yok. Can havliyle bağırmamı annem duymuş. Baştan aşağı yanmış bir çocuğunu gören bir annenin neler hissedebileceğini düşünün, bir an.

Acıdan bayılmışım, tüm vücudumda önemli derecede yanıklar. Şimdi sadece ellerimde izi var.

Hemen babam gelmiş çalıştığı yerden, arabaya bindirdikleri gibi beni Gebze’den Göztepe’ye hastaneye götürmüşler.

Annemin beni o halde görüşünün etkilerini anlatırken hâlâ gözlerinden yaş gelir. Derine dalarak anlatır, hemen de geri dönemez.

Sanırım beni odada serbest bırakışının suçluluğu var içinde hâlâ. Ama en çok doktorları suçlar, hastanede yanına beni sokmadıkları için.

Yüksek su kaybı nedeniyle iki hafta hastanede tutmuşlar. Devamlı su istediğim halde vermezlermiş ve kimseyi de yanıma yanaştırmamışlar.

Annemin de görmesine izin vermemişler çünkü beyaz önlüklüler dışında birini gördüğümde aşırı hareketleniyormuşum. Devamlı su isteyen ve ağlayan küçük bir çocuğu hayal etmek zor olmayacaktır. Görünce ağlamayayım diye annem geldiğinde uzaktan izlermiş gizli gizli.

Bu dönemin elbette etkileri çok. Mesela bir bebek böyle bir durumda şu kararı alabilir. Nerden mi biliyorum, elbette kendimden.

“Bu dünyada hiç kimseye güvenmeyeceğim, artık kendi başımayım. Kendi ayaklarım üzerinde durmalı ve kendi başıma güçlü olmalı ve güçlü görünmeliyim.”

Her an kendini tehdit altında hissedip kalkanlarını devamlı yukarda tutmanı sağlayabilir. Kendini içine hapsettiğin kabuğunu açmansa çok zor olacaktır. Kabuğu bir an bile kaldırmayı düşündüğümüzde ilk şunu söyleyebilirsin: “Neden kabuğumu açmam gereksin ki, beni koruyor.”

Buna “Elbette gerekmez.” demek isterdim ama bunu diyemiyorum.

“Çünkü kabuğun olduğu sürece kimseyi gerçekten sevemiyorsun.”

Her an, “Ya seversem ve beni terk ederse!” cümlesi aklında oluyor.

“Kabuğun olduğunda âşık da olamıyorsun.”

Çünkü âşık olmak teslim olmak, kendini bırakabilmek ve kendini aşka adayabilmek demektir.

Kabuğu kaldırmak için çok çalışmak gerekiyor, çok düşünmek, çok eğitim almak ama bu yolculuk kadar değerli bir şey bilmiyorum ben. Çünkü bu yolculuk en çok, “gerçek sevgiye” doğru gidiyor.

Dr. Umut KısaSola Unitas Academy

2 Yorum

  1. Kabuğumuz bana göre öğrendiklerimiz oluyor .

    Bazen ogrediklerimizden farklı bir şey yapmak istiyoruz, özellikle bu çok değer verdiğiniz önemsediğiniz birisi için ise…

    ama işte bazen o kabuk o kadar güçlü ki senin nefes almana izin vermiyor başka bir şeyi denemene de izin vermiyor…

    yada denemen gerektiğini anlayamayacak kadar kalın bir kabuk olabiliyor.

    Sonra bir kitapta çok alakasız bir diyaloğu okurken kabuğunun karşı tarafa ne kadar kötü şeyler yaptığını fark ediyorsun…

    Sonrası üzüntü ve muz kabuğu 🫣🫣🫣

  2. Kabuktan kurtulmanın ödülü 100 birimse kabuğu farketmek içindeki 80’ini oluşturuyor gibi geldi bana. Sonraki 20 için gösterilen çaba ise işte o en sonda anlattığınız değerli yolculuğun ta kendisi… Gerçek sevgiyi merakla ve heyecanla keşfetmek. Elinize sağlık

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir